Yaşam

Sabahattin Ali’nin İçimizdeki Şeytan’ı: Kendine ait olana (ve olmayana) bakmaya içten bir çağrı

Ülkemizin bilinen ilk faili meçhulü Sabahattin Ali… Roman karakterlerinde izini sürebildiğimiz fırtınalı ruh halleri, yuvarlak çerçeveli gözlüklerinin arkasından keskin bir iz gibi gözlerimizin içerisine ulaşan bakışları, “Ela gözleri, beyaz teni ve açık renkli dalgalı saçlarıyla mahallenin ‘Sabah Yıldızı’ dediği” (Sönmez, S., 2021), yazınımızın en önemli isimlerinden biri.

Memleketine, coğrafyasına ve insanına derin bir sevgi ve daha iyiye ulaşma arzusuyla geçirdiği 41 yıllık kısa ömrü ve son yıllarındaki daimi endişesi, huzursuzluğu, yorgunluğu…

Sabahattin Ali, katlinin ardından uzun yıllar yasaklı kalmış, tıpkı Nazım Hikmet gibi onun eserlerini de bulundurmak, okumak veya yayınlamak sakıncalı görülmüştü. Bu yasaklı yılların ardından, ancak 1965’te, Varlık Yayınları tarafından Bütün Eserleri basılmış, yakın zamanda ise ‘Kürk Mantolu Madonna’ ile adından çokça söz ettirir olmuştu.

Kendisinin artık öykü, şiir, roman bütün eserlerine kitabevlerinde bolca rastlayabiliyoruz.

Biz ise gelelim İçimizdeki Şeytan’a…

Ömer yirmili yaşlarının başlarında, Darülfünun’da Felsefe Bölümü’nün uzatmalı talebesi, Ali’nin tarifiyle “ufak tefek, zayıf kolları sinirli hareketlerle mütemadiyen oynayan, gözleri her şeye keskin bir bakış fırlatan, soluk yüzlü bir genç”tir. Postanede memur olarak çalışıyor ve bir yandan da ‘hikmeti vücudumuzun’, bu dünyaya ne halt etmeye geldiğimizin, insanın yapması gerekenin ne olduğunun yanıtını arıyordur. Bu haddiyle büyük soruların karşısında iyiden iyiye küçülüp çaresizleşerek, huzursuz.

İçimizdeki Şeytan, Sabahattin Ali, 256 syf., Yapı Kredi Yayınları, 2024

Hikayenin hemen başında vapurda bir denk gelimle büyülendiği Macide ise doğup büyüdüğü Balıkesir’den piyano okumak için İstanbul’a gelmiş, iç dünyası engin, ilişkilerinde ise oldukça sade ve temkinli bir konservatuvar öğrencisidir.

Ömer, kitaba da adını veren içerideki şeytandan daha en başından itibaren yakını halindedir. Bir mecmuada karşılaştığı “Şeytan” adlı şiiri sesi titreyerek ve bütün içini dökmek isteyen bir adam gibi okur karşısındakilere;

“Onu ben çocukluğumdan,
İlk rüyalarımdan tanırım.
Yalnız yürüdüğüm zaman
Odur arkamdaki adım.

Onun korkusu, içimde
Ürkek bir dünya yaratan…”

Ve haykırır; “evet, evet onun korkusu… İçimde bu ürkek dünyayı yaratan onun korkusu… Ben bu değilim… Ben başka bir şeyler olacağım… Yalnız bu korku olmasa… Hiçbir şeyi bana tam ve iyi yaptırmayacağına emin olduğum bu şeytandan korkmasam…”

Kitabın son sayfalarında ise bu başkasına ait, dışarıda olan şeytan, artık ta kendisinindir. Ona ait olan, ‘müdafaasını üzerine almaktan korktuğu bütün hareketlerini yüklediği parçası’dır.

Arkadaşlarına sesi titreyerek okuduğu şiir ve ‘içerideki şeytan’ söylemi, akla kolaylıkla Jungiyen yaklaşımın “gölge” kavramını getirir (veya yine aynı kolaylıkla Freudiyen yaklaşımın “bilinçdışı” kavramını). Kitabın seyri ve vardığı nokta ise kahramanlarımızın yaşadığı yüzleşmeler ile mağdur pozisyonundan çıkıp, kişisel iradelerine (agency) kavuşma yolculuğunu.

Bu yazıda, Ömer’in bu -tarafları- “arkasındaki adım” olarak tanımlayışından hareketle ve karakterlerin deneyimini daha iyi kapsadığını düşündüğüm için “gölge” kavramıyla devam edeceğim. Bir yandan da gölgelerimize varan yolun seyrini, yani “kurban-fail-kurtarıcı” üçgeninden azade bir bakışa-duruşa geçişi konuşacağım. Çünkü Ömer ve Macide’nin bu yolculuğu, bizlerin karanlıkta kalmış şeytanlarımıza ve yine orada aynı derecede saklı duran irademize ve potansiyel(ler)imize (agency) yapacağımız yolculuğa dair kılavuz niteliğindedir.

Bu üçgenden çıkıp ben pozisyonuna geçişi, bu sefer tam tersi akse savrulup dış gerçekliği -mesela Ömer’in ve Macide’nin fazlasıyla mustarip olduğu yoksulluğu, siyasi iklimi veya ataerkiyi- minimize etme ve post modern zamanların “Bireyin Gücü (veya yine onun beceriksizliği)” doktrinini besleme hatasına karşı uyanık kalmaya çalışarak takip edeceğim.

Romanda bahsi geçen şeytan, kötülük potansiyeliyle korkutur Ömer’i. Ona her şeyi imkansızlığı nispetinde cazip gösteren, olmayacak şeylerin hasretiyle kavuran korkunç bir histir bu. Bütün fenalıkları yapmaya fırsat arayan, ve dahası bu fırsatı giderek yaratan, belirleyici bir his…

Bu haliyle Ömer, kendinde var olan arzuları, zaafları veya kırılganlıkları görmek konusunda değilse bile, onları kendine ait kabul etmekte zorlanmaktadır. Kendini ‘kendinden öte ve kötücül bir hissin’ ellerinde tarif eder sık sık ve onunla daimi bir mücadele yürütür. Romanın seyrinde ise ensesinde adeta boza pişiren geçim derdi, bir evlilik yapmak, sosyal statü elde etmek gibi dış dünyanın fazlasıyla gerçek streslerini yüklenişiyle şeytan ile mücadelede güçsüzleşir ve giderek daha çok ‘kurban’ halini alır.

Macide ise buna paralel, ilk denk gelimden bu yana atandığı ve atandığı yerle fazlasıyla gururlandığı ‘kurtarıcı’ rolüne bağlanır.

Fakat bu birçok şeyler karşısında dayanamayan delikanlı yıkılmadan, perişan olmadan yaşayabilmek için bir insanın yüzde yüz yardımına muhtaçtı ve bunu bilmek Macideye gurur veriyor, onu Ömere daha çok bağlıyordu. Adeta ağır bir mesuliyetin yükünü omuzlarında hissetmekteydi ve bir insanın mevcudiyetinin bu kadar kuvvetle başka bir insana ihtiyaç göstermesi okşayıcı bir şeydi.”

Ali’nin, Macide’nin perspektifini detaylandırdığı bu cümlelerde, onu Ömer’e bağlayan şeyin temelde ilişkilerinde kurtarıcı rolünde konumlanması olduğunu, bu rolün ise insana nasıl da mühim ve muktedir hissettirdiğini açıkça görmekteyiz.

Fakat hemen az ileride, bu okşayıcı his konforsuz bir şeye dönüşür. Romanın diliyle ifade edecek olursak, Ömer’in büyük oranda kendi gündeminde oluşu ve Macide’yi eylemlerle destekleyemediği bir aşkla sevişi, Macide’de sızı yaratmaya başlar. Bu aks üzerinde yapılanan ilişkilerde beklendiği üzre madalyonun hemen diğer tarafı, o kuvvetle hissedilen mühim ve muktedir oluşun diğer yüzü, ehemmiyetsiz ve etkisiz hissediş ufukta görünür.

Ömer hiçbir zaman karısını merak ettiğini söylememişti. Ömer birçok kereler karısını fark bile etmiyordu. Onun sevgisi, bütün hisleri gibi ani ve şiddetliydi. Birdenbire coşuyor, belki dünyada hiçbir insanın muktedir olamayacağı kadar kuvvetle Macideyi aşk fırtınalarına boğuyor, fakat bu tufandan sonra, bazen günlerce, sanki evdeki kadın uzak bir akraba, yahut ev sahibi madammış gibi lakayt bir hal alarak muhayyilesinin dünyasına çekiliyordu.”

Sabahattin Ali, bu ifadelerle günümüz sık kullanılanlarından “love bombing” ve “ghosting”e 1940 yılından adeta bir selam verir, sözlük tanımı niteliğinde tarifleri kitabına not düşer ve devam eder;

Macide bu coşkunluk ve aşk anlarının tesiriyle ona ne kadar yakınlaşsa, içinde mevcut olduğunu inkar edemediği birtakım ihtiyaçların el sürülmeden kaldığını düşünerek bir sızı duymaktan da kendini men edemiyordu.

O ihtiyaçlar ise sadece destek arayan değil, destek de olabilen ve merak edebilen bir insanın sahici yakınlığı olsa gerek…

Peki Ömer ile Macidenin hikayesi, bize ne anlatabilir?

Hepimizin iyi taraflarımızı görmekten mutlu olduğumuz ama kötü veya bir şekilde utanç verici bulduğumuz kısımlarımızı kabul etmekte isteksiz olduğumuz hususunda psikoloji literatürü neredeyse hemfikirdir (Tomley, S., 2017). Nihayetinde sistemimizde hatırı sayılır miktarda mekanizma bizi dış dünyanın olduğu kadar “kendimizin” acı veren yönlerinden korumak için de iş başındadır. Yani bu aslında kendiliğimize ait ve pek de memnun olmadığımız; kimisi utançla, bir kısmı suçlulukla, kırılganlıklarımızla ve bu yüzden çaresizlikle karakterize (bu cümle başka birçok duyguyla uzayıp gidebilir) parçalarımızı tanımamak anlamına gelir.

Gelin görün ki, biz onları resmen tanımıyor olsak dahi, bu kompleksler var olmaya ve yaşamımızı belirlemeye devam eder. İşleyişte örtülü belki ama sonuçlarıyla açık seçik. Biz onları kendimize ait kılmadıkça, onlar bizim başımıza gelir. Kurban (veya fail) rolü tam da burada devreye girer.

Ancak Jung’un “kişiliğin gölge yönleri” diye tarif ettiği alan bize ait ve sadece “kötü, çirkin, kaba, utanç verici, kabul edilemez vb.” içeriklerin meskeni değildir. Jung’un tarifiyle; “sahiplenmekten çekindiğimiz tüm özellikleri barındıran içimizdeki karanlık taraftır” ve orada reddedilenlerle birlikte farkına varılmayanlar da bulunur. “O, bilinçli belleğe kabul etmek istemediğimiz, kabul edemediğimiz her şeydir; içimizde bastırılmış, inkar edilmiş ya da kullanılmayan tüm özellikler ve eğilimlerdir.” diye tarif eder Le Guin gölgeyi. Yani komplekslerimizle birlikte; kendiliğe ait gelişme potansiyeli bulunan, olumlu ve fakat inkarında olduğumuz yönler de oradadır.

Jung, bireylerin bütüne hizmet eden birçok parçadan oluştuğu, gelişime ve iyileşmeye dair bir dürtüye sahip olduğu fikrindedir. Şeytanlardan bahsediyoruz ancak insana dair birçok diğer öğretide olduğu gibi burada da doğru davranış geliştirmenin, yetişkin ve olgun bir yapıya doğru ilerlemenin yolu içimizde varlığı şüphesiz şeytanlardan geçer. Çünkü bilince kabul edilmeyen gölge inkar edildiği oranda güçlenir, yetmezmiş gibi bir de dışarı, ötekilere yansıtılır.

Benim bir kusurum yok -sorun onlar.”… Tanıdık geldi mi?

Gölge materyalle yüzleşmek, gölgeyi ve ona verilen tepkileri bilinçli kılmak olarak tarif edilir. Bu ise onları “dışarıya ait olan ve başımıza gelen” şeyler olmaktan çıkarıp, orada bir yerlerde bize ait olana yaşadıklarımızın aynasından, dürüstçe bakabilmek demektir. ‘Arıza, problematik’ olarak görünenin içerisindeki öznel değerin veya gerçekten tehlike arz eden potansiyelin kabulüne varmak…

Ömer, kitabın sonunda şöyle söyler arkadaşına (Bu kez onu gerçekten önemseyen, daha hakiki bir arkadaştır karşısındaki);

İsteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğim, fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiillerimin daimi bir mesulünü bulmuştum: Buna içimdeki şeytan diyordum, müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum. Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurmasıİçimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu… İçimizde şeytan yok… İçimizde aciz var… Tembellik var… İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var…

Bu ifadeler onun yorgunluğunun ve kendine duyduğu kızgınlığın tesirinde belki biraz serttir tabii, ancak isabetlidir de… Ömer, kendine ait olanın sorumluluğunu üstlenir. Biricik aşkı diye tarif ettiği Macide’den uzaklaşarak kendine döner. Kendiyle karşılaşmak, kendine ait olan şeytanları benliğine asimile etmek üzere…

Macide’nin yüzleştiği yerde ise kendi öfkesi vardır, bir de kendi selameti… Bir başka yetişkinin akıbetine ve iyi hissedişine dair duyduğu fazlaca sorumluluğun, kurtarıcı olma fikrinin (ve cazibesinin) gerçek dışılığına varır Macide de… Onun üstlenmesi gereken, kendinin akıbetidir.

İçimizdeki şeytan(lar)ı sahiplenmeye varan yol çokça hatalardan, çoğu zaman kayıplardan ve sancılı yüzleşmelerden geçiyor olsa da, daha bütünlüklü ve gerçek bir kendiliğe çıkar. Bu haliyle, daha az sancılı ve kendine de etrafa da daha hayırlı bir benlik söz konusudur. Bu süreç, bizi dışarıda fazlasıyla gerçek bir şekilde var olan kötülüğe karşı da uyanık hale getirir. Çünkü söz konusu olan, (kendine ve/veya ötekine) çarpıtmalardan azade bir bakma/görme halidir artık. İdealizasyonlardan veya tersi istikametteki değersizleştirmelerden uzak, siyah ve beyazın arasında uzanan alacalı tarlaların idrakinde, kendine ait olanın -ve bu yüzden kendine ait olmayanın da- kabulünde…


KAYNAKLAR:

A’dan Z’ye Sabahattin Ali, Sevengül Sönmez, Yapı Kredi Yayınları, 2021

Freud Bu İşe Ne Derdi, Sarah Tomsey, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2017

İçimizdeki Şeytan, Sabahattin Ali, Yapı Kredi Yayınları, 2016

Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar, Ursula K. Le Guin, Metis, 2022

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu
istanbul escort
istanbul escort
istanbul escort